Sevgili Peygamberimiz Veda Haccı'ndan sonraki günlerden birinde ashabıyla otururken onlara şöyle seslendi: "Ashabım, kimin malını almışsam işte malım, gelsin alsın. Kime vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun." Bu sırada bir sahabi üç dirhem alacağı olduğunu söyledi. Sahabinin alacağı ödendi. Ukkaşe b.Mihsan ise: "Ya Rasulallah, falan savaşta ordunun saf düzenini sağlarken kırbacınızın ucu bana çapmıştı." dedi. Efendimiz hemen ridasını sırtından sıyırdı, "işte sırtım, gel hakkını al" dedi. Ukkaşe hemen Efendimiz'i kucaklayıp nübüvvet mührünü ashabın şaşkın bakışları arasında öpüverdi ve dedi ki: "Ya Rasulallah, anam babam sana feda olsun. Ben size vurabilir miyim? Amacım teninize dokunabilmekti. Çünkü Rabbim size cehennemi haram kıldı. İstedim ki ben de teninize dokunarak size yakın olayım." Efendimiz hak konusunda bu kadar hassas idi. Çünkü kul hakkı Rabbimiz'in müdahale etmediği ve tarafların helalleşmelerini istediği bir haktır. İmam Serahsi (Rh.A) "Şehidin kul hakkından başka bütün günahları affolunur." buyurmuştur. Yani şehitlik bile kul hakkının ödenmesine engel değildir. Rabbimin bir lütfu olursa orası başka tabi.  Nuşirevan öldüğünde tabutu halk arasında uzun süre dolaştırılmış ve kimin hakkı varsa gelsin alsın diye davet edilmiş, kimse çıkmamış diye rivayet ediliyor.  "İşçinin alnının teri kurumadan ücretini verin." diyor Efendimiz. "İşçilere yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin ve güçlerinin yetmediği işleri yüklemeyin. Şayet ağır işlerde çalıştırıyorsanız onlara yardım edin. Zira işçinin işinden hafiflettiğin her şey kıyamet günü mizanda senin için sevap olacaktır." Buyuruyor Efendimiz. Hz.Mevlana diyor ki: "Bu dünyada işlerimiz bir dağa seslenmek gibidir. İşlerimiz güzel olursa yankısı güzel olur. Çirkin olursa yankısı da çirkin olur." Hasılı kardeşlerim, her insan ettiğini bulur. Ektiğini biçer. Kimsenin hakkı kimsede bırakılmaz. Hepimiz bu dünyadan ayrılacağız. Öldükten sonra geri diriltilip her hakkın hak sahiplerine verileceği bir mahşer günü yaşayacağız. Orada kimseye zulmedilmeyecek. Efendimiz, sırtlanlar gibi birbirini parçalayan ve bununla övünen bir topluma tam 14 asır önce bu hakkı hak sahibine verebilme erdemini talim etmiştir. Ebu Zer gibi bir sahabi Bilal (ra)'e: "Ey kara kadının oğlu" dediği için Efendimizce ayıplanmış ve "Sen hala cahiliye adetinden vazgeçmedin mi?" diye ikaz edilince yanağını yere koymuş ve Bilal'den özür dilemiş "Bilal yanağıma basmadıkça yüzümü yerden kaldırmam" diyebilmiştir. Kul hakkının gasbedilmesi zulümdür ve "İyi biliniz ki, Allah'ın laneti zalimler üzerindedir." (Hud, 18). Şimdi bütün bu ilahi fermanlardan sonra cemiyetimizin içine yuvarlandığı hukuksuzluğu, hak gasbını, zalimliği nasıl izah edeceğiz? Şimdi insanımız dünyevileşmenin verdiği vurdumduymazlıkla gücü yeten gücünün yettiğine yüklenip duruyor. Bunu ahiret inancının zayıflaması olarak da anlayabiliriz. Ama bilmeliyiz ki, eğer inanıyorsak bu gidiş, gidiş değildir. Yanlış yoldayız.  İnsanların gördükleri yanlış ve haksız uygulamaları hükümetlere iletebilsinler diye ihdas edilen BİMER sistemi bile namussuzların değil, namusluların zulme uğratıldıkları, kamunun lüzumsuz işlerle uğraştırıldığı bir zulüm aracına dönüştürüldü ise vay bizim halimize. Bu memlekette her şeyin bir karşılığı var ama iftiranın ve hakaretin bir karşılığı yok. Hemen şunu söyleyebilirsiniz, hakaret ve iftira suç olarak kanunlarda var. Ama ben iddia ediyorum uygulamada su üstüne yazılmış gibi yok hükmünde.  Daha önce de belirtmiştim, daha önce bir derneğin malı olarak görülen SALİHİYE Camii, Ulu Camii karşısındaki yol açılırken yıkıldı. İstimlak bedeli o derneğe ödendi. Caminin yenisinin yapılmasını umarsınız ya, cami kayboldu. Bu bir hak ise bunu kim gasbetti, bilene aşkolsun. Şu FETÖ örgütünün son 30 yılımızda kimlerin hukukunu nasıl çiğnediğini bir bilseniz dudaklarınız uçuklar. Güme giden zekat ve kurban paraları, işgal edilen otoparklar, yollar, kaçak yapılar, ruhsatsız binalar, imara aykırı uygulamalar, adeta milletin mazlumlarının gasbedilen haklarının altında kaldılar desem yalan olmaz. Allah bunları ahiretten evvel dünyada cezalandırdı. Şimdi bunca ibretlik hadiseden sonra hala intibaha gelmeyen, devletin imkanlarını gasbedip mazlumların hukukunu çiğneyenler, bilsinler ki zulüm zifiri karanlıklar olarak kendilerine geri dönecektir. O zaman bir yardımcı da bulamayacaklardır.  Her sene 10 Aralık'ta kutlanan İnsan Hakları Günü münasebetiyle gündeme getirilen insan hakları evrensel beyannamesi, olsa olsa Veda Hutbesi'nin bir taklididir. 10 Aralık 1948 yılında insanlığın aklına yeni düşen insan hakları. 14 Asır önce Sevgili Peygamberimiz tarafından Veda Hutbesi'nde özetlenmiştir. Özetlenmekle kalmamış, bizzat hayata uygulaması da Efendimiz'in şahsında ve ashabında gerçekleşmiştir. Asırlarca ecdadımız, Efendimiz'in izini takip ederek asırlara güzel örneklerle not düşmüşlerdir. Fatih'i kadılık makamına çağıran güç, bu güçtür. Fatih Sultan Mehmed Han'ı, Kadı'nın huzurunda ayakta durduran da, bu hak mefhumudur.  Vakıf mallarının günümüze kadar ulaştırılmasını sağlayan duygu da, bu hakşinaslık duygusudur. 1948 Yılına gelinceye kadar insanlığa vahşet ve zulümden başka bir şey vermeyen batı uygarlığı, şimdi de insan haklarını bahane ederek Irak, Afganistan, Suriye, Somali, Libya, Mısır vs. ülkelerde masumların kanını dökmektedir. Hani bunlar diktatörleri devirip halklara huzur getireceklerdi? Şimdi yıktıkları kadim medeniyetlerin yerüstü ve yer altı zenginliklerini yağmalamakla meşguller. Değişen hiçbir şey yok aslında.  Batıyı da kendi zulmünden, doğuyu da batının zulmünden kurtaracak İslam Ahlakı'dır. İslam İnancı'dır. Müslüman Düşünce Tarzı'dır. Ne var ki, inkılabı gerçekleştirecek imanlı nesiller bugünlerde ciddi bedeller ödemektedirler. Olsun, ne demiş atalarımız: "Dert çekmeden bal yenmez." Huzurlu günler yakındır. Yeter ki biz o huzura layık olalım. Kalın sağlıcakla.